Ayasofya'nın tarihî öyküsüne bakıldığında nerede ve neden yapıldığına bakılırsa bunun ne denli gerekli olduğunu gözler önüne serilmiş olur.
Tarih ve İç İçe Geçmiş Gizemler Dünyası: Ayasofya 1985 yılında UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınan Ayasofya, karşı köşesindeki Milion taşına nispet yapar gibi, dünyanın asıl merkezinin kendisi olduğunu iddia etse hakkıdır. İslam alemi ve Hristiyan ülkeleri kadar bütün insanlık da buna geçit vermiş durumdadır.
Bütün bir yıl boyunca Ayasofya'yı dünyanın dört bir yanından gelerek ziyaret eden yerli ve yabancı turistlerin varlığı bunun açık onayı gibidir. Belli bir zaman dilimi sonrası değil, yapıldığı ilk günden bugüne dikkat, ilgi ve merak konusu olmuş ve çok önemsenmiş bir mimari şaheseri tanımlamak elbet kolay değildir.
Bu açıdan, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, "İnsan, çevresiyle yaşar" diyerek ifade ettiği insanî gerçeği, mimari yapılar ve mekanlar için de geçerli saymak, hattâ bunu öncelikle Ayasofya gibi anıt mimari yapılar için 'olmazsa olmaz' ilke kabul etmek yerinde olacaktır.
Ayasofya'nın tarihî öyküsüne bakıldığında nerede ve neden yapıldığına bakılırsa bunun ne denli gerekli olduğunu gözler önüne serilmiş olur. Ayasofya'nın Çevresi Bilindiği gibi Ayasofya, Tarihî Yarımada ve Sultanahmet Meydanı içinde yer almaktadır. Tarihî yarımada, bir diğer adıyla Suriçi bu mega kentin, İstanbul'un ilkin kurulduğu noktadır.
Haliç, İstanbul Boğazı ve Marmara Denizinin yarım ada haline koyduğu bu coğrafi bölge, tarih içinde giderek büyür, gelişir ve bugünkü devasa kent halini alır. Milattan önce 685 yılında Byzantion adı verilerek Megara'dan gelmiş Yunanlılarca yerleşim yeri olarak seçilip bir kent olarak kurulan bu tarihî yarımada, sonuçta, İstanbul’un doğup büyüdüğü beşik olacaktır.
Bu merkezde, bu yarımadada kurulan kent kurulduğu günden itibaren tarihin değişik dönemlerinde değişik adlarla anılmıştır. Byzantion, Konstantinapolis, Dersaadet, İstanbul... Ayasofya'nın da yer aldığı Sultanahmet Meydanı tarihi yarımadanın batı ucu olup kentin en eski noktasıdır.
Kurucu olarak adı geçen efsanevi Byzas'ın kenti ilkin burada kurmaya karar verdiği anlaşılmaktadır. Antik Yunan kentlerinin hemen yanıbaşında bulunan tepelerde yapılan hisarlar ve bunların olduğu özel alanlara 'akropolis' dendiğini biliyoruz.
Dolayısıyla klasik dönem Yunanistan'ında büyük ve önemli her yerleşim merkezinin Akropolis'i bulunurdu ve bunlar o kentlerin hatırı sayılır alanları durumundaydı. İşte o günkü İstanbul'un Akropolis'i de Topkapı Sarayının bulunduğu yere kurulmuştu. O günkü Akropolis bugün yoksa bile şu bilinmektedir: Çok eski dönemlerden itibaren İstanbul büyük bir imparatorluk kenti ve başkenti olarak düşünülüp planlanmış, böyle olunca da kentin bu noktası sadece kentin değil, aynı zamanda imparatorluğun ihtişamlı başkenti olarak kabul edilip yapılandırılmıştır.
Sultanahmet Meydanının bu konum ve prestijli halini bugün bize kanıtlayan en somut gösterge Ayasofya'nın karşısında bulunan köşeki su terazi yanında bulunan Milion taşıdır ki o günkü Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti içinde , 'dünyanın başladığı yer' sayılmıştır. Böyle sayıldığı için de kentin ana caddesi olarak Mesa bu noktadan başlatılmıştır. Ve yine imparatorluğun kalbi burası sayıldığından önemli kamu binaları da burada bulunmaktaydı.
Bunlara elbette imparator sarayı da dahildi. Kentin ve imparatorluğun merkezi burası olunca, nasıl ki imparatorun sarayı da burda olmuşsa, en büyük kilise de bu merkezde olmalıydı. Ayasofya'nın burada bulunması tam da bu nedenle idi. Zaten aynı şekilde dinî olduğu kadar, dünyevî iş ve eğlencelerin de merkezi burası kabul edildiğinden, Bazilika sarnıcı ve Hipodrom vb de burada bulunmaktaydı.
Ayasofya Kilisesi İlk ve ikinci olarak burada aynı isimle inşa edilen kiliseler değişik sepeplerle ortadan kalkınca bugünkü Ayasofya üçüncü ve son kez inşa edilmiştir. Bugün karşımızda olan Ayasofya üçüncü kez inşa edilen yapıdır ki on beş asır gibi çok eski ve uzun zamanlar boyu dimdik ayakta kalmıştır.
Yunanların egemen durumda oldukları MÖ 660-MS 73 yılları arasında Byzantium şehrinin merkezine, yani Ayasofya'nın bugün olduğu yere inşa edilen bir dini yapı, Roma İmparatoru Septimius Severus tarafından tahrip edilmiş. Artık Roma İmparatorluğu egemenliğine geçen şehirde II. Konstantin tarafından 360 yılında aynı noktaya inşa edilen dinî yapı,
Hagia Sophia, yani Kutsal Bilgelik diye adlandırılmıştır. Ancak bu ilk Ayasofya, 44 yıl sonra, Doğu Roma İmparatoru Arkadios'un eşi Evdokia'nın Ayasofya önüne bir heykelinin dikilmesi yüzünden başlayan ayaklanma sırasında önemli ölçüde yıkılacaktır. Arkadios'tan sonra tahta çıkan İmparator II. Theodosios mimar Ruffinos'a görev vererek Ayasofya'nın yeniden yaptırır.
415 tarihinde ibadete açılan bu ikinci Ayasofya 532 yılına dek, kentin en büyük ve ihtişamlı kilisesi olarak hizmet verir. Ancak o da I. Justinianus dönemi içinde vuku bulan "Nika İsyanı" sürecinde 532 yılında yakılıp yıkılacaktır. Ayasofya, bu ikinci yıkımın ardında beş yılda tekrar üçüncü kez inşa edilir.
Nika İsyanından hemen 39 gün sonra İmparator I. Justinianus tarafından inşaat başlatılır ve üçüncü Ayasofya'nın bu yapılışı 537 yılında tamamlanır. İmparatoru I. Justinianus, ideali olarak, eski Roma İmparatorluğu'nu yeniden siyasi düzeyde canlandırmak istemiş ve bu bağlamda birtakım girişimlerde bulunmuş; bunun bir başka parçası olarak da imparatorluğun başkentinin bu merkezi noktasında o çağa dek hiç yapılmamış ve dolayısıyla görülmemiş derecede büyük bir ihtişama sahip bir dinî yapı, kilise inşa ettirmeyi planlamıştır.
Bunun için çağının çok önemli bilim insanları kabul edilen Matematikçi Tralles'li Anthemius ve Miletus'lu geometri bilgini Isidorus'u başmimarlar olarak görevlendirmiştir. Bu iki baş mimara ilave olarak yüz mimar daha vardır. Her mimara bağlı yüz işçi söz konusudur. Bu yetkin ve kalabalık iş gücü sayesinde bina beş yılda tamamlanır. Ancak bir süre sonra Anthemius ölür.
Kilise tamamlanmıştır ama o da bir süre sonra deprem nedeniyle kısmen yıkılır. Ölen Anthemius'un yerine bu kez Isidorus'un aynı adı taşıyan genç yeğeni Isidorus işe başlar. Bu genç Isidorus'un da çabasıyla kubbe kasnağı yükseltilir, ağırlık azaltılır. İşte bu üçüncü yapılışla ve tarih içinde zaman zaman irili ufaklı onarımlarla Ayasofya bugüne kadar gelmiştir.
Bugüne ulaşan bu üçüncü kez yapılmış ve hâlâ dimdik ayakta olan Ayasofya'nın, birinci ve ikinci öncüllerine nisbetle, bu sağlamlık ve uzun ömürlü oluşunda, değişik etkenler yanında, daha yapılırken gösterilen büyük dikkat ve özenin de elbette çok önemli payı vardır. Ayasofya'nın bu üçüncü kez inşasında, belki önceki öykülerinden de ibretle, ahşap malzeme değil de, her tür doğa koşullarına ve ateşe karşı daha dayanıklı olan tuğla kullanılmıştır.
Ayrıca imparatorluk sınırları içindeki tarihi kalıntı ve harabelerden en değerli malzemeler Ayasofya'nın yapımında kullanılmak üzere istenmiştir. I. Justinianus'un bu isteği üzerine imparatorluğun her köşesinde bulunan tapınak, hamam ve saray gibi yapı ve kalıntılardan her tür sütunlar, korkuluklar, çerçeveler ve pencere parmaklıkları alınıp İstanbul'a getirilmiştir.
Bu malzemelerin getirildiği yerlerin önemlileri olarak Belkıs harabeleri, Aspendos, Artemis Mabedi sayılabilir. Yine Ayasofya'nın yapımında kullanılan beyaz mermerler Marmara Adası, yeşil somakiler Eğriboz Adası, pembe mermerler Synada, sarı mermerler Kuzey Afrika gibi merkezlerden getirilecektir. Sanki havada asılı gibi duran Ayasofya'nın geniş kubbesi için de çok hafif olduğu düşünülen Rodos toprağı tercih edilir. Ayasofya'nın açılışı, İmparator I. Justinianus'un katıldığı görkemli bir törenle 27 Aralık 537'de bir Noel günü gerçekleştirilir.
Haçlı Seferleri sürecinde İstanbul'un ele geçirilmesi sonucu bu kez Ayasofya yağmalanır. Yine bu süreçte Ayasofya, Roma Katolik Kilisesi'ne bağlanır ve katedrale dönüştürülür. Latin İmparatoru I. Baudouin 1204'te imparatorluk tacını Ayasofya'da giyecektir. 1261'de tekrar Bizanslıların kontrolüne geçen Ayasofya yine harap, virane ve yıkılmaya yüz tutmuş haldedir. Bu nedenle İmparator II. Andronikos binanın kuzey ve doğu bölümlerine dört adet istinat duvarı yaptırır.
Fethin Sembolü Ayasofya Osmanlı İmparatorluğu, 7. padişahı II. Mehmet ile 29 Mayıs 1453'te İstanbul'u fethedince, 916 yıl kilise olan Ayasofya, bu kez cami yapılır. Bu fetih sayesinde Fatih unvanına sahip olan II. Mehmet, fetih sonrası gelen ilk cuma namazını Ayasofya’da kılacaktır. İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu ve Türkler tarafından 1453 yılında fethi sonrası Ayasofya'nın camiye çevrilmesi sürecinde değişiklikler yapılırken burada bulunan resimlerin ve mozaiklerin üstü badana ile örtülür.
Yapıya, artık cami olduğu için zaman içinde dört minare ilave edildiği gibi, iç kısımlara da minber ve mihrap yapılmış ve hep camilerde olan Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin isimleri yazılı levhalar asılmıştır. Osmanlı döneminde de Ayasofya'ya çok özen gösterilip değer verilir. Çünkü Ayasofya artık Müslüman Türkler açısından her zaman için 'Fethin Sembolü' ve en değerli andacı durumunda olacaktır.
Fatih Sultan Mehmet'in Ayasofya Camisi Vakfı'nı kurması bunun en somut ilk göstergesi olur. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet minber ve mihrap yanında Ayasofya'ya medrese, kütüphane de yaptırır. Yine Ayasofya'nın ilk minaresi bu dönemde yapılır. Daha sonra II. Beyazıt (1481-1512) camiye beyaz mermer bir mihrap ve bir minare daha ekletir. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) fethettiği Macaristan'dan getirmiş olduğu kandilleri Ayasofya'ya hediye edecektir. Yine Ayasofya, II. Selim döneminde (1566-1574) dünyanın ilk deprem mühendislerinden kabul edilen Mimar Sinan tarafından dış istinat yapıları marifetiyle takviye edilmiştir.
Ek olarak, Mimar Sinan, kubbeyi taşıyan payeleri ve yan duvarlar arası boşlukları kemerler ile beslemiş; böylece kubbe daha sağlamlaştırılmıştır. Ayasofya'nın iç kısımlarına Osmanlı dönemi boyunca şunlar da eklenmiştir: Mermerden minber, hünkar mahfiline açılan galeri, müezzin mahfili, vaaz kürsüsü... Ayasofya'nın Müze Oluşu Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sahnesinden çekilişi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile birlikte Ayasofya'nın tarihi de değişir.
Bakanlar Kurulu'nun 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararı ile Ayasofya, müzeye dönüştürülür. Restorasyon sebebiyle 1930-1935 yılları arasında kapalı tutulan Ayasofya, Atatürk'ün emriyle bir dizi çalışmaya konu olacaktır. Bu çalışmaların çeşitli restorasyonlar, kubbenin demir kuşakla çevrilmesi, mozaiklerin ortaya çıkarılıp temizlenmesi işlemleri olduğu bilinmektedir. Ayasofya’da Ezan
Cumhuriyet döneminde 1935 yılında Ayasofya müzeye dönüştürülmüş. 2016 yılında ise tekrar cami olarak hizmet vermeye başlamıştır. Ayasofya'da Temmuz 2016 yılındaki Kadir Gecesi töreni vesilesi ile düzenlenen programda 85 yıl sonra sabah ezanı okunmuştur. Ekim 2016'da ise Ayasofya'nın ibadete açık durumdaki Hünkar Kasrı'na, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından asaleten imam atanmıştır. Yine 2016 itibarıyla Hünkar Kasrı bölümünde vakit namazları kılınmaya başlanmış olup minarelerinden de Sultanahmet Camisi ile birlikte günde beş vakit ezan okunmaya başlanmıştır.
Ayasofya'nın Gizemleri Ayasofya, bu muhteşem yapı hakkında bütün yazılı kaynaklarda sıralanan bu tarihî, coğrafî ve kültürel bilgiler yanında bir de ama gerçek ama efsanevi, ama yazılı ama sözlü olan birtakım gizemli bilgiler de vardır ki, Ayasofya adının büyüklüğü kadar şiirsel büyüleyiciliği ve gizemliliğini de bunlar beslemektedir.
Kutsal Kase ve Kaybolan Papaz İstanbul’un fethinde Ayasofya’da vaaz vermekte olan papaz, elindeki kasenin Müslümanlara geçmemesi düşüncesi ile bir kapıdan geçer ve kaybolur. Dahası var: Bu efsanevi anlatıma göre; Müslümanlar, bir kapıyı açıp kaçan ve kaybolan papazı yakalamak için arkasından koşsalar bile söz konusu kapının bir duvara dönüşüverdiğine şahit olurlar.
Efsanenin finali ise şöyledir: Hristiyan dünyası İstanbul'u tekrar ele geçirdiği gün, kaseyle kaybolan papaz anında geri gelip vaazına kaldığı yerden devam edecektir. Hz. İsa’nın Kutsal Emanetlerinin Ayasofya’da Olduğu İnancı Ayasofya’ya ilişkin ilginç sırlardan söz edilecekse ilkin Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi olayında söz konusu olan haç ve çivilerin Ayasofya'nın gizli bir bölümünde bulunuyor olduğu inancından bahsedilmelidir.
Rivayete göre Kudüs’ten Ayasofya’ya getirilmiş olan emanetler, gizli bir bölümde korunmaktadır. İnanışa göre Hz. İsa, 40 bin yıl sonra tekrar dünyaya inecek ve bu inişi Ayasofya'ya olacaktır. Bu nedenle de kutsal emanetler burada saklanmaktadır. Hz. Meryem’in Gözyaşlarının Deldiği Sütun Ağlayan direk olarak da bilinen bu sütun, esasen, Meryem Ana’nın evindeydi.
Hz. İsa yakalanır ve işkence edilir; bunu öğrenen Meryem Ana, gözyaşlarına boğulur. O kadar üzülür ve ağlar ki akıttığı yaşlar bu sütunu eritir. Ayasofya'nın inşası sırasında da tam da bu nedenle bu sütun buraya getirilir. İnanışa göre Ayasofya bu sütunla kutsanmış olduğu inancı yanında aynı zamanda Ayasofya’yı ziyaret eden kimseler arasında da Meryem Ana’nın gözyaşının açtığı deliği parmaklarıyla dokunup bir dilek dinlenince o gerçekleşir inancı vardır.
Gözyaşı sütunu işte bundan ötürü dilek sütunu diye de ünlüdür. Kıyametin Tarihinin Ayasofya'nın Sütunlarında Yazılı Olması Ayasofya'nın sütunlarından birinde kıyametin ne zaman kopacağının bilgisinin yazılı olduğu bilgisi de bir başka Ayasofya gizemidir. İnanışa göre yapının güney girişinde bulunan kapıdan girildiği an karşımıza çıkan üçüncü sütunda Hz. Hızır tarafından işaret edilmiş bulunan kıyamet tarihi vardır.
Söz konusu ifade şu şekildedir: “On sekizinde, pazar günü, yış 1038.” Ayasofya’daki Tabut Ayasofya’da kıble kapılarından ortada bulunanın içinde bir tabut bulunmaktadır. Sözü edilen tabut yerinden oynatılır ise Ayasofya yıkılacaktır. Kraliçe Sofya’nın bu tabutu üstündeki kubbede dört melek figürü yer alır. Azrail, İsrafil, Cebrail ve Mikail...
Söz konusu figürlerle tabut arasındaki ilişkinin yorumlanması yoluyla böyle bir inanışın oluştuğu tahmin edilebilir. Taş Kesilen Balıklar İnancı Ayasofya’yada İmparator Kapısı’nın önünde balık figürü vardır. Ayasofya'da olan her şeyin olduğu gibi bu balık figürlerinin de hikayesi bulunmaktadır.
Türkler İstanbul’u kuşatınca o an orada papazlar balık kızartmaktadır. Tavada kızarmakta olan balıklar, İstanbul’un fethedildiğini anlar ve o an kızgın yağın içinden fırlayarak resmen taş kesilirler. Ayasofya’nın Kıble Yönüne Çevrilmesi İnanışa göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethedince cuma namazını Ayasofya’da kılmak ister.
Cemaate imamlığı da kendisi yapacaktır. Ancak namazda ardarda iki kez tekbir alır. Yine olmadığına kanaat getirmiş olmalıdır ki üçüncü kez tekbir alır ve namaza ancak o zaman devam eder. Namaz sonrası bu durumun sebebi kendisine sorulunca, der ki, “İstedim ki namazda kıbleyi doğru belirlemiş olduğumuzu anlamam için bana ve cemaate Kabe görünsün!
Bu niyetle birinci ve ikinci tekbirler sonrası Kabe'yi göremeyince namazı bozdum. Ancak üçüncü tekbirde gözlerimin önüne geldi.” Yine rivayete göre Akşemseddin de sözü edilen olayı şu şekilde izah eder: “Hz. Hızır saf tutmak istedi. Gelirken Ağlayan Sütuna parmağını soktu ki Ayasofya’nın yönünü kıbleye doğru çevrilsin. İşte ancak bundan sonra namaza niyet etti.
Padişah da bu nedenle üçüncü tekbirden sonra ancak Kabe’yi tam karşı hizasında görebildi.” Şeytanın Hapishanesi: Ayasofya İlgili inanışa göre fetih sonrası Ayasofya'nın camiye çevrilmesi görevi Akşemseddin'e verilir.
İlk cuma namazına yetiştirilmek üzere büyük çaba sarf edilir ama pek ilerleme olmaz. Akşemseddin'e göre bunun nedeni şeytanın işçilere verdiği vesveselerdir; böyle düşündüğü için dua edip Allah'a yalvarır.
Sonuçta duâ ve yakarışları kabul olur ve Allah şeytanı oradaki bir mermere hapseder. 101 Kapının Tılsımı Ayasofya’nın hepsi birbirinden heybetli tam 361 kapısı vardır. Ancak bunlardan 101 kapının, diğerlerinden daha büyük olan bu kapıların tılsımlı olduğuna inanılır. Çünkü bu kapılar ne zaman sayılmaya kalkılsa sonuçta fazladan bir kapı daha çıkmaktadır.
Deisis Mozaiği ve Apollon Gizemi Mozaikleri çok ihtişamlı olan Ayasofya’da 1264 yılında da Deisis Mozaiği yapılır. Ancak bu mozaikteki Hz. İsa figürü, gerçekte, Hz. İsa figürü değil, Apollon figürüdür inancı vardır. Buna gerekçe de mozaikteki İsa figürünün sağ kaşı üstünde olan yara izidir. Söz konusu yara izi 11 sayısını işaret etmektedir ki bu da bu izin esasında Pisagorcu Tarikat Üyesi Apollon’a ait olduğunu gösterir.
Zoraki Hristiyan yapılan Paganlar, mozaiğe İsa figürü yapıyor görünmekle birlikte, esasen, mozaiğe Apollon’u resmederek intikam almakta veya kendi inanışlarını halen koruduklarını fıdıldamaktadırlar.
Pençe Nişanı Gizemi Ayasofya’nın güneydoğusundaki kubbelerden biri için olan destekte, yerden 6 metre kadar yüksekte bir iz vardır. Pençe veya büyükçe bir el gibi olan söz konusu bu ize ilişkin değişik rivayetler vardır. İlgili bir inanışa göre atının ürkmesi sonucu Fatih Sultan Mehmet bu noktaya elini dayamıştır.
Olayı ilginç ve gizemli kılansa Fatih'in atının bu yüksekliğe ulaşmış olmasıdır. İslam Dünyasını Temsil Eden Levhaların Sırrı Ayasofya’ya, İstanbul’un fethinin hemen sonrasında camiye dönüştürülürken artık İslam mabedi olduğunu göstermek ve öyle bir atmosferi sonsuz kalıcı biçimde oluşturmak için birçok İslami öge eklenmiş bulunmaktadır.
Ayasofya’nın kubbesinde yer verilmiş olan, “Allah, göklerin ve yerin nurudur” ayeti gibi, aynı zamanda Hz. Muhammed ile birlikte dört halifenin isimlerinin yazılı bulunduğu büyük levhalar bu açıdan çok önemli kabul edilir. İşin gizemli sayılan yönü de şudur ki, müzeye çevrilmek istendiği dönemde bu levhalar da çıkarılmak istenmiş ama bu mümkün olmamıştır. Levhalar o kadar büyükmüş ki kapılardan geçmesi imkansızmış. Söz konusu levhaları bunca büyüklüğü de bu nedenleymiş.
Ayasofya hakkında çok yeni sayılabilecek birtakım gizemli iddialar da vardır ki başla başına inceleme konusudur. Ayasofya’ya gizlice kendi imzasını kazıyan Viking komutanı Halvdan gibi.. Ve daha da yeni bir gizemli iddia: Bu Viking yazısının aslında Ön Türklerin tamgaları ile kazınmış olduğu... Tahmin ediyoruz ki Ayasofya, entelektüel spekülasyonlar açısından da dünyanın merkezi olmayı daha kaç asır hiç kimselere bırakmayacaktır.