Kalın deri kelepçeler, kombinezonlar, manşonlar, bileklikler, kilitler, kayışlar ve koruyucu çarşaflar... Byberry Akıl Hastanesi 'nden dehşet verici görüntüler ve dahası...
Byberry Akıl Hastanesi yüzlerce insanın gündüzleri iki santimetrelik deliklerden giren ışıkla aydınlanan, yataksız odalarda çıplak vaziyette hayatta kalma savaşı verdiği yer.
Gece olduğunda akıl sağlığını kaybetmiş insanların çığlıklarını duvarlardan dinlediler, bunlar kulağa bir korku filmi senaryosu gibi geliyor olabilir ama değil, hepsi Philadelphia'daki bir akıl hastanesinde yaşandı.
Resmi adı Byberry Akıl Hastanesi'ydi, Philadelphia Devlet Hastanesi olarak biliniyordu tam olarak Kuzey Philadelphia'da Somerton'da Bucks sınırında bir yerdeydi, aslında 1903'te ilk hastalarını ağırlamaya başladığında birkaç akıl sağlığı yerinde olmayan insana hizmet veren küçük bir tesisti ama zamanla her şey değişti. Önce yakın çevredeki akıl hastaneleri fazlalık olarak gördükleri hastaları buraya göndermeye başladı, daha sonra yakınlardaki kasabalarda çalışan doktorlar zihinsel sorunlar yaşayan her hastayı Berry'deki tesise yönlendirdiler.
Sonunda çiftlikten bozma bu küçük yer birden fazla binaya sahip büyük bir akıl hastanesine dönüştü. O kadar hızlı büyüdü ki, yönetim hastanede çalışacak kalifiye personel bulmakta güçlük çekti, hal böyle olunca bir evreden sonra hastane personelinin eğitim düzeyine bakılmadı iş arayan herkes kabul edildi. 2. Dünya Savaşı'nda dini nedenlerle savaşmayı reddeden 3.000'e yakın vicdani retçi, ülke genelindeki akıl hastanelerinde çalışmaya gönderilmişti, işte Byberry Akıl Hastanesi'ndeki kötü koşulların ortaya çıkması da olaya büyük ölçüde bu pasifistlerin tanıklık etmesi ve fotoğraflarla kamuoyuna açıklamaları neticesinde olacaktı. Byberry Akıl Hastanesinde bazı özverili, özenli çalışkan personeller hastalarla gerçekten ilgilense de çoğu çalışan görevini kötüye kullandı ve hastaları suistimal etti.
Anna Jennings, Byberry'e 1984'te geldi, o dönem henüz 24 yaşındaydı ve hâlâ çocukken yaşadığı o kötü olayın etkisi altındaydı. Anna küçükken yaşadığı istismarı fiziksel ve psikolojik şiddeti hiç kimseye anlatamamıştı, o olaylar diline dökülmese de karakterine yansıdı.
Anna sürekli gülen, neşeli, hayatı seven biriyken bir anda öfkeli, asi ve de ruh hali sürekli değişen birisi oldu, ailesi kızlarının bu durumun altında yatan sebebi çözemedi, buna müteakip bazı aile sorunları da boy gösterince Anna'nın durumu ağırlaştı, sonunda da Anna'ya şizofreni teşhisi konuldu. Anna 15 yaşında geldiğinde ülke çapındaki birçok kurumda yatmıştı, 24 yaşında Byberry'e geldiğinde neredeyse hiç sistemin dışında yetişkin bir birey olarak yalnız başına yaşamamıştı.
24 yıllık hayatında değişmeyen tek şey ise sanat tutkusuydu, Byberry'de kaldığı 2 yıl süresince resimler çizdi. Anna hastane personeli tarafından zorla uyuşturuluyor, tecrite zorlanıyor, kısıtlamalara maruz kalıyordu ama bunları yaşayan tek o değildi. Anna birçok hastanın da aynı şeyleri yaşadığına bizzat şahit oluyordu, hastane yöneticileriyle konuşmaya çalıştı ancak onu dinleyen kimse olmadı. O da hastaların yaşadığı istismarı, kötü koşulları çalışanların sert tutumlarını bir kağıda yazdı ve ruh sağlığı derneğinde çalışan annesine gizlice gönderdi.
Anna'nın ifşaatları döndü dolaştı ve en sonunda politikacı John F. White'a kadar ulaştı, White hemen iddiaları araştırması için bir komite kurdu ancak komitenin vardığı sonuç fazlasıyla rahatsız ediciydi. Komite raporunda şunlar yazıyordu; "Kurumdaki fiziksel ve klinik ortam hem hastaların kendi arasında hem de personellerin başrolünde olduğu şiddet olaylarına zemin hazırlıyor, kurumda hasta başına düşen personel sayısı çok az bu da istismarlara kapı aralıyor." Anna Jennings, Byberry'de bir psikolog tarafından cinsel istismara uğradığını söylemişti hatta bu önemli gerçekleri duvarların dışına çıkarabilmek için kişisel güvenliğini riske bile atmıştı, Anna komitenin kararlarını öğrenebilecek kadar uzun yaşamadı Byberry'den ayrıldı ve farklı bir kuruma nakledildi haftalar sonra kurumun arka koğuşlarından birinde intihar ederek yaşamına son verdi. Yetersiz personel yüzünden hastalar genelde banyo yapma şansı bulamıyor ve çıplak halde dolaşıyorlardı, kat hizmeti diye bir şey yoktu, hastanedeki az sayıdaki yataklar yıkanmaz, zemindeki idrar temizlenmez, personel hastalarla ilgilenmek yerine onları kurumdaki herhangi bir yere kilitlerdi. 1980'lerin sonunda 27 yaşındaki William Kirsch yedi yıldan biraz daha fazla zamandır Byberry'deydi. ABD Doğu Pensilvanya bölge mahkemesi kurumun Kirsch'e karşı insan haklarını ihlal ettiğini tespit etti serbest bırakılmasını emretti.
Avukatı Stephen Gold: "Umarım devlet bu zavallı adama bir daha iyileşemeyecek kadar büyük zarar vermemiştir, yıllar önce yani Byberry'e gitmeden önce çok daha iyi bir durumdaydı." Byberry'de yalnızca 1970'e kadar onaylı 57 ölüm vardı, muhtemelen çok daha fazlası rapor edilmemişti.
Kurumun yürüttüğü açık kapı politikası birçok hastanın kaçmasını kolaylaştırıyordu bundandır ki bölgedeki birçok ev sahibi bir sabah kalktıklarında çimlerinde uyuyan hastalar bulmuşlardı, yine de hastaların çoğu bu kurumdan kaçtığında çok uzakta olmayan bir yerde intihar ederdi.
Soğuk bir şubat gününde bir hasta Byberry'i terk etti ancak kararını gözden geçirdiğinde geri dönmenin daha mantıklı olduğunu anladı çünkü bu kuruma gelen çoğu hasta aslında bir akıl hastanesine kapatılacak kadar kötü bir durumda değildi, hasta yeniden Byberry'e döndüğünde onu içeriye alacak bir personel bulamadı hastanenin girişinde soğuktan öldü. 1946 tarihli bir gazete de Byberry'de uygulanan su kürü tedavisi şu şekilde anlatılıyordu; "Bir görevli havluyu suya batırırdı, sıktıktan sonra havluyu hastanın boynuna dolar uçlarını bir araya getirir ve bükmeye başlardı, ardından hastanın kendini neyin beklediğini anlaması için havluyu yavaşça döndürürdü, hasta buna bir son vermesi ve kendisine merhamet etmesi için yalvarırdı ama görevli havluyu bükmeye devam ederdi. Hastanın gözleri, dili şişer, nefes almakta zorlanır. en sonunda bedeni daha fazla dayanamaz ve kendini bırakırdı. Yüzü bembeyaz olur sanki nefes almıyormuş gibi görünürdü, hayatta olduğunun anlaşılması, yeniden normale dönmesi için en az 15 dakika geçmesi gerekirdi. Bu uygulamanın tercih edilmesinin birkaç nedeni vardı ancak en önemlisi bu sistemin hastanın vücudunda hiçbir fiziksel iz bırakmamasıydı bu sayede teftişe gelen görevlilerin radarından kolayca kaçabiliyorlardı. Su küründe olduğu gibi Byberry akıl hastanesindeki personellerin uyguladığı diğer suistimaller ve şiddet muhtemelen fark edilmedi.
Hastanede görev almış bir vicdani retçi, hastalara şiddet uygulayan, onların hayati tehlike arz eden yaralar almasına neden olan personellerin görünmemek için özen gösterdiğini aktarmıştı, bu yaralar sonunda birçok hastanın canını almıştı. Byberry akıl hastanesinde hastaların yaşadığı en dayanılmaz acılar muhtemelen tedavi sırasında yaşadıklarıydı, doktorlar novocaine vermeden diş çeker diğer tıbbi işlemleri ağrı kesici kullanmadan yapardı. 70'lerde Byberry hastanesinde kısa bir zaman eğitim almış olan psikiyatrist Larry Real, çalışanların ağrı kesici olmadan hastalara dikiş attığına bizzat tanık olmuştu çünkü doktorlara şizofreni hastaların acı hissetmediği öğretilmiş ve tedavilerin doğrudan uygulanması emredilmişti. Gerekli olan ağrı kesicilerin hiç kullanılmadığı bu kurumda kullanılmaması gereken tehlikeli ilaçlarsa aşırı derecede kullanılıyordu. Onlardan biri Thorazine adındaki bir zamanlar mucize ilaç olarak anılan bu ilaçtı, o da Byberry'de herhangi bir kısıtlama olmaksızın uygulandı. Farmasötik şirketi Smith Kline-French, Byberry'de bir laboratuvar bile açmıştı. Burada ahlaki açıdan bir utanç kaynağı sayılabilecek bir dizi testi hastalar üzerinde uyguladılar. Hastaların ailelerinden hiçbir izin alınmadı onlar bir denekti ve gönüllü olmaya zorlanmışlardı en nihayetinde bu denemeler sırasında Byberry'deki yüzlerce hasta hayatını kaybetti.
1919'da Byberry Akıl Hastanesi'nde görevli iki çalışan bir hastayı boğduğunu itiraf etmişti. Çalışanlar bu durumu 1. Dünya Savaşı'ndan kalma travma sonrası stres bozukluğuna bağladılar, bu itiraf bir baskı sonucunda mı geldi ya da birileri onların suçunu ortaya çıkaran kanıtlar mı sundu bilinmiyor ancak bilinen bir şey var o da bu itiraftan sonra iki çalışanın da hiçbir ceza almadığı hatta aksine daha yüksek bir maaş alıp kadrolardaki yerlerini sağlamlaştırmışlar. Byberry'deki tek sorun çalışanlar değildi, onlara ek olarak hastalar arası çatışma, şiddet ve sözlü taciz de hat safhadaydı. Diğer hastaları öldüren hasta sayısı azımsanmayacak seviyedeydi, burada zihinsel sorunlar yaşayanların yanı sıra birde psikiyatrik testlere tabi tutulmak üzere birçok hükümlü de barınıyordu. 1944'te bilediği bir kaşıkla cinayete teşebbüs eden bir hasta olmuştu. Vicdani retçi ve personel Warren Sawyer hastanın başka bir hastanın yanına gidip omzunun üzerinden ensesine kadar onu yardığını görmüştü. 1946'da Life dergisi Charles Lord'un çektiği ve kurumun korkunç koşullarını göz önüne seren şok edici fotoğrafları yayınladı, First Lady Eleanor Roosevelt gördükleri karşısında dehşete düştüğünü açıkladı. Bu ifşadan sonra devlet kurumun adını Philadelphia Devlet Hastanesi olarak değiştirdi, yeni binalar eklendi hatta bovling salonu bile yapıldı fakat hâlâ personel çok yetersizdi.
Yazar Albert Deutsch tesisi gezdikten sonra şunları yazmıştı; "Byberry'nin bazı koğuşlarına girdiğimde aklıma Nazi toplama kamplarının görüntüleri geldi, içeride çıplak halde dolaşan yığınla insan gördüm sanki insan değil de bir sığır sürüsü gibiydi, içeride o kadar ağır mide bulandırıcı bir koku vardı ki bu koku neredeyse ete kemiğe bürünmüş, kendi fiziksel varlığına sahipmiş gibi görünüyordu. 1987'de kadın bir hasta başka bir hasta tarafından istismara uğradı, öldürüldü ve dışarıya atıldı. 1989'da arazida görev alan bir dizi çalışan binanın çevresinde biriken otları temizlerken otların arasında iki tane hasta keşfetti ikisi de ölüydü, birisi beş aydır kayıptı. Görünüşe bakılırsa hiç kimse kaybolmuş hastaları aramak için bir vakit yaratamamıştı eğer aramış olsalardı burunlarının dibindeki insanları bulamama gibi bir şansları olmazdı. Byberry on yıllardır ülke çapında konuşulan ve korku uyandıran onlarca rapora rağmen ayakta kalmaya devam etti, 1987'de Byberry'de 23 yıldır çalışan bir isim yetkililere bir mektup yazdı. Hastanedeki çoğu kısıtlamayı, aşırı kullanımı, tecriti, insanlık dışı tedavi yöntemlerini anlattı, bu mektup Philadelphia'daki Ruh Sağlığı Savunucuları'nın geçen yıl bir kadının yetersiz beslenme kaynaklı öldüğünü öğrenmelerini sağladı halbuki bu buzdağının sadece görünen kısmıydı. Onlar detaylı bir soruşturma yürütülmesi için yetkililere baskı yapmaya başladılar. Novacaine olmadan diş çekildiğini, bir doktorun boğulan hastaya yardım etmeyecek kadar canavarlaştığını anlattılar. Kurumda çalışan görevliler yetersiz personel yüzünden duş almak, tıraş olmak, kıyafet değiştirmek gibi temel hizmetlerin verilmediğini bizzat açıkladılar. Sızdıran sıhhi tesisat, idrar kokan odalar, yırtık şilteler bunlar Byberry'nin özetiydi... Kurumun kapatılması için yüzlerce haklı gerekçe vardı ancak yinede kapatılmasına karşı olanlar da az değildi, bunların başında hastaların kendi aileleri vardı.
Byberry'nin kapanmasına karşı çıkan çok sayıda aile hastanenin kapanmasını isteyenlerin hastaların durumlarının ne kadar ağır olduğunu anlayamadıklarını düşünüyordu çünkü çoğu hastaların sokağa bırakılacağına inanıyordu. 1987'nin son günlerinde kurumun kapatıldığını duyurmak için bir basın toplantısı düzenlendi, en son yapılan soruşturmayı yürüten ekip koşulların iğrenç ve de en önemlisi iyileştirilemez olduğunu açıklamıştı. Kurumun kapanması salıverilen iki hastanın 2 gün sonra bir nehirde ölü bulunması sebebiyle ertelendi.
Nihayetinde Byberry 1990'da bir daha açılmamak üzere kapandı, hastalar ve personel başka bir devlet hastanesine ve yerel toplum merkezlerine nakledildi. Kapanmasının üzerinden 6 yıl geçtikten sonra hastalar üzerinde yapılan bir çalışmada onların bu 6 yıllık sürede çok olumlu geliştirmeler gösterdiği ortaya konuldu.
Bu gibi haberlerinin devamı için parafesor.net sitemizi ziyaret edebilirsiniz.
Benzer içerikler için buraya tıklayınız.